5/20/2025

Hayatın bize borcu var mı? Ya da hayattan alacaklı mıyız? Varsa bu nerede yazıyor? Bazı insanlar hayattan alacaklıymış gibi davranırlar. Sürekli beklenti içerisindedirler. Sanki, hayatta var oldukları için bazı beklentileri kendiliğinden gerçekleşecekmiş gibi düşünürler. 


Kimi insanlar çalışıp, çabalayıp olumlu sonuçlar olsun diye beklerler. Aristoteles' in ''İstediğin hayat sana verilmez. Onu inşa edersin, tuğla tuğla, gün gün.'' sözünün gereklerini yerine getirirler. Kimileri de hiç bir şey yapmadan her şeyin en iyisi önlerine gelsin diye beklerler. Bunlar aynı zamanda uğraşıp üreten insanlara karşı da son derece eleştirel yaklaşırlar. Alay ederler ve küçümserler. Daha iyi nasıl yapılır diye herkese akıl verirlerken, ne hikmetse bu aklı kendilerine uygulamazlar. Hayattan alacaklı gibi davranan insanlar mutsuz oldukları gibi çevresindeki insanları da mutsuz ederler. Hayata bir şeyler vermeden almak mümkün olmadığı gibi, bir şeyler verdiğimizde onun karşılığını almamızın da garantisi olmadığı gerçeğini görmezden gelirler.

Acı Hayat

Analitik psikolojinin kurucusu olan Carl Jung şöyle diyor: ''Dünya, kendi yaşanmamış hayatlarından dolayı acı çeken insanlarla doludur. Dünya onlara karşı acımasız olduğu için değil, kendi potansiyellerine ihanet ettikleri için acımasız, eleştirel ya da katı yürekli olurlar. Sanat üretemeyen sanatçı, üretenle dalga geçer. Aşkı göze alamayan insan, aşık olanla dalga geçer. Kendini bir düşünceye adayamayan kişi, inancı küçümser. Ama yine de hepsi içten içe acı çeker. Çünkü bilirler: Alay ettikleri hayat, aslında yaşamaları gereken hayattır.''

Savaş ya da Kaç

Hayattan alacaklı gibi davranmak aynı zamanda bir şeylerin arkasına sığınmak anlamına geliyor. Dolayısıyla harekete geçmemek ve çabalamamak için bahane oluyor. Bu insanlar nereden alacaklıysa onun için savaşmak yerine sürekli mızmızlanarak bu mücadeleden kaçmayı tercih ediyorlar. İnsanın temel içgüdülerinden olan savaş ya da kaç dürtüsünü böylece kaçmayı tercih ederek uyguluyorlar. Bilerek ya da bilmeyerek. 

Stand Up and Fight

Oysa ki çabalamaktan vazgeçmeseler, bu esnada da ''Status Quo'' grubunun '' In the army now'' şarkısının ''Stand Up and Fight(Ayağa kalk ve savaş)'' kısmını mırıldanarak hayata tutunsalar ne güzel olurdu. Ne de olsa yaşamak için mücadele etmek gerekir. 

5/06/2025

Futbol tüm dünyada içerisinde büyük hikayeler barındırır. Başarı, azim, rekorlar, geri dönüşler, yokluklara rağmen elde edilen zaferler, bireysel oyuncu performansları, tribün hikayeleri vardır futbolun içinde. Bu hikayeler pek çok insana da ilham verir. Bunlar da futbolun, hem sahada hem de saha dışında güzelleşmesini sağlayan ve milyarlarca insanın ilgisini üzerinde toplayan bir spor dalı olmasını sağlıyor. 

Bununla birlikte büyük bir ekonomiye de dönüşüyor futbol. Yayın hakları ve iddia gelirleri sayesinde çok büyük paraların döndüğü bir sektör oldu aynı zamanda. Büyük fonlar futbol kulüplerini satın almaya başladı. Futbol, para kazanılması gereken bir yatırım aracına dönüştü. Dolayısıyla, bizim çocukken taşlardan kale yapıp, mahalle arasında oynadığımız oyunla aynı değil artık. Hal böyle olunca futbolun aktörleri sadece futbolcular, teknik ekip ve seyirciler olmaktan çıktı. Simon Kuper' in dediği gibi, ''Futbol asla sadece futbol değildir''. Bu kadar çok aktörün dahil olduğu bu ''oyunda'' herkes bir tarafından çekmeye başladı futbolu. Yayıncı kuruluşların baskısı ve iddia sayesinde yoğun maç trafiği yaşanmaya başladı. Futbolcular sürekli maç yapan makinelere dönüşmeye başladılar.

Türkiye' de Futbol

Ülkemiz de bu dönüşümden nasibini aldı doğal olarak. Ama biz her zamanki gibi vur derken öldürdük. Ortada duran büyük paralar vardı ve bu paradan herkes nasiplenmek istiyordu. Futbolcular ve teknik ekipler gibi yöneticiler, gazeteciler ve futbol yorumcuları da bunun peşindeydi. Yöneticilerin yaptığı yüksek bedelli garip transferler kulüplerin mali yapısını bozmaya başladı. Spor yorumcuları özellikle Youtube üzerinden etkileşim alabilmek için rating getirici manipülasyonlara başladılar. Futbol konuşmak yerine dedikodu yapıyor ve ithamlarda bulunuyorlar. Bunlar yalan da çıksa hiç bir şey olmadan bir sonraki hafta yeni senaryolarla ekran karşısında oluyorlar. Garip bir dokunulmazlık zırhı içerisindeler. Takım yorumcuları genelde eski futbolculardan oluşuyorlar. Takımların eski efsanelerini de tanımış oluyoruz yorumları sayesinde ve keşke onları bu kadar yakından tanımasaydık ve sahadaki halleriyle hayallerimizde kalsalardı dedirtiyorlar. Oyuncu menajerlerinin bağlantılı olduğu yorumcular, menajerlere bağlı oyuncuların ve teknik direktörlerin pazar paylarını arttırıcı yorumlar yapıyorlar. Bazı başkanlara bağlı yorumcular da var. Başkanın rakiplerine karşı neredeyse savaş açmış durumdalar. Böyle taraftarlar da var. Takımlarının şampiyon olması önemli değildi bu taraftarlar için. Kendi sevdikleri başkanın gelmesi daha önemliydi. Başkan kulüpten büyüktü onlar için. Ayrıca siyaset de işin içine dahil oldu. Hem siyaset kendi girdi futbola, hem de futbol aktörleri siyaseti futbolun içerisine çekti. Takım bulamayan teknik direktörler, kısa yoldan hakem olmak isteyenler, iş bulamayan yorumcular, seçim kazanmak isteyen, Futbol Federasyonu ile kulüplerin başkan ve yönetici adayları el birliğiyle futbolu siyasetin güdümüne soktular.  Bunun sonucunda da saha sonuçlarının tek belirleyicisi sahada oynanan futbol olmamaya başladı. Tüm dünyada futbolda adaleti getirmek için devreye alınan VAR sistemi bizde sonuçları doğrudan etkilemeye başladı. 

Taraftarlık

''Yensen de yenilsen de taraftarız senle'' diye tezahürat yapan taraftarlar şampiyonluklar gelmeyince öfkelenmeye başladılar. Taraftarlığını, takımının aldığı sonuçlara endekslemeyen, kulübüne gönülden bağlı '' Saf'' taraftarlar tribünlerden çekilmeye başladı. Tribünlerde yüksek bilet fiyatları yüzünden de dönüşüm başladı. Taraftarların yerini ''Seyirci'' ler almaya başladı. Bilet fiyatlarını onlar ödeyebiliyorlardı ve maçları hafta sonu etkinliği olarak görüyorlardı. Ellerinde telefon, maç izleyip takımı desteklemek yerine kimi zaman oyun oynuyorlardı. Selfie çekip sosyal medyada paylaşım yapmak onlar için çok önemliydi. Takıma katkı vermeyen bu seyirci kitlesi, sonuç istedikleri gibi gitmeyince homurdanmaya başlıyor hatta oyuncuları ıslıklamaya başlıyordu. Ama taraftarlık böyle bir şey değildi. Takım düştüğünde taraftar onu ayağa kaldırırdı. Kulüplerin gelirlerini arttırmak için uyguladıkları bilet politikası iç saha tribün gücünün kaybolmasına neden olmaya başladı. Şampiyonluğa oynayan takımlar iç sahada maç kaybetmeye başladılar. Anadolu takımlarında ise iç saha maçları boş kalmaya başladı. Dolayısıyla potansiyel küme düşme adayı oldular. Velhasıl futbolun tüm aktörlerin günü kurtarmak için yaptığı hamleler futbolun yarınını yok etmeye başladı. Dolayısıyla futbolu da. 

Fair Play

Kazanmak için her yolun mubah olduğu bu futbol ikliminde sürekli pankartlarla maçlara çıkılıyor. Çeşitli mesajlar veriliyor. ''Fair Play'', '' Respect'' gibi sözcükler kullanılıyor. Rakip takımın oyuncusuna çok sert hamleler yapan, sürekli kendini yere atıp avantaj sağlamaya çalışan oyuncuya, takımı galipken topun kendisinden dışarı çıktığını söyledi diye Fair Play ödülü veriliyor. Ya da bir maçta soyunma odasına giderken hakemlere küfür edip kırmızı kart yiyen futbolcu, bir kaç hafta sonra röportajda ılımlı sözcükler söyledi diye Fair Play ödülü alıyor. Yani bu futbol ne Fair ne de Play. Belki de bu futbolu o kadar da önemsememek lazım. Sokakta oynadığımız bize yeter. 

1/17/2025

Hayat yolculuğumuz boyunca yürüdüğümüz yollar ne yazık ki her zaman açık olmuyor. Kimi engellerle karşılaşıyoruz. Aslında kimi zaman engellerle karşılaşmıyoruz desek daha doğru olur. Önümüze çıkan duvarlar yüzünden adeta bir bilgisayar oyununda ilerleyen karakterlere benziyoruz. Duvarları aşabilirsek hedefimize ulaşabiliyoruz.  

Bu duvarlar kimi zaman kendimizi ve yaptığımız işi anlatmaya çalışıp sesimizi duyuramadığımız yöneticimiz, patronumuz ya da çalışma arkadaşlarımız olarak karşımıza çıkıyor. Fikirlerimizi, projelerimizi, yaptıklarımızı, derdimizi anlatmaya çalışıp bir türlü başaramamamıza neden olan ve onların önümüze çıkardığı yüksek duvarlar iş hayatının rutini haline gelmiş durumda. Hedef baskısı, önyargı, kibir, önemsememek ve mesleki yetersizlikle örülen duvarları aşmak için harcanan efor iş hayatını daha da zorlu hale getiriyor. Hayat koşullarının önümüze çıkardığı duvarlar da hayatın ta kendisi aslında. Maddi ve fiziki zorluklar, istemediğimiz bir çevrede bulunmak, içinde bulunduğumuz çemberi kıramamak da hayalini kurduğumuz hayata geçişimizi engelleyen duvarlar. Aile fertlerimize kendimizi ispat etmek için çabalayıp da bir türlü gözlerine girememek de onların karşımıza çıkardığı duvarlar sayesinde oluyor. Güven kazanamamak ve bir türlü büyüyememek çok yıpratıcı.  

Duvar Örmek

Duvarlar sadece başkaları tarafından önümüze konmuyor. Kendi başımıza ördüğümüz duvarlar da var. İpekböceğinin koza örmesi gibi kendi duvarımızı inşa ettiğimiz de oluyor. Korkularımız, önyargılarımız, özgüven eksikliğimiz bu duvarın oluşumunda kullandığımız tuğlalarımız. Kendi yarattığımız sorunları çözdükçe duvardaki tuğlalar azalmaya, duvar küçülmeye ve hatta yok olmaya başlıyor.  Paulo Coelho, ''Veronika Ölmek İstiyor'' kitabında şöyle diyor: '' Dış tehditlerden korunaklı dünyalar yaratmak isteyen kimi kişiler, fazla ileri gidip dış dünyaya karşı abartılı yüksek duvarlar örerler. Yeni insanlara, yeni yerlere, farklı yaşantılara karşı yükselen bu duvarlar onların iç dünyasını da yoksullaştırır.'' 

Duvarı Aşmak

Her önümüze çıkan duvarı aşmamız gerekiyor mu? Aşmak ya da aşmamak, işte bütün mesele bu. Bazı duvarlar vardır ki bir şekilde aşmamız gerekir. Bunun için de mücadele etmemiz gerekir. Yıkarak, üstünden atlayarak ya da bir delik açarak diğer tarafa ulaşabilmeliyiz. Ama kimi duvarlar vardır ki hiç uğraşmadan yolumuzu değiştirip başka bir yöne doğru gitmeliyiz. Hangi duvarı aşmak için mücadele edeceğiz, hangi duvarın etrafından geçip yolumuzu değiştireceğiz, bunun kararını doğru vermek gerekiyor. Bu duvarı aşmamızın hayatımızın kolaylaşmasına ya da hedeflerimize ulaşmamıza bir faydası yoksa ve bu duvarı aşmayı kişisel bir mesele haline getirdiysek zamanımız ve çabalarımız boşa gider.  

9/21/2024

Dostun eskisi makbuldur derler. Ne de olsa geçen uzun yıllarda pek çok anı birikmiştir. İyi gün, kötü gün, ortak sevinç ve üzüntüler. Dostluklar layıkıyla eskimişse eski dost tabi ki çok kıymetli bir hazine. 


Sabahattin Ali diyor ki: '' İsteseler canımı vereceğim çoğu insanı hayatımdan çıkardım. Çünkü yokluklarına üzülmek, yaptıklarına üzülmekten daha kolay.'' İsteyerek ya da istemeyerek eski dostlar hayatımızdan neden çıkar? Bunun pek çok nedeni var:

Yeni Hayat

Bazı insanlar zaman içerisinde kendilerine yeni bir dünya kurmak isterler. Yeterince mutlu olmadıkları eski dünyalarından uzaklaşmak isterler. Yeni çevre ve yeni ilişkilerin olduğu bu dünyayı kurarken eski defolarını, eski zaaflarını hatırlamak istemezler. Dolayısıyla peç çok detaya hakim olup bunları hatırlatacak kimselerden, özellikle eski dostlarından uzak durmak isteyebilirler. 

Dengi Dengine

Dostluklar genelde biri birine denk eğitim, gelir seviyesi, kültürel yakınlık, benzer dünya görüşü vb. durumlara bağlı olarak gelişebiliyor. Gelir ve sosyal statü gibi ayrımların çok göze görünmediği çocukluk, gençlik dönemi, asker arkadaşlığı ve üniversite dostlukları tarafların farklı eğitim ve gelir seviyesine ulaşılmasıyla eski gücünü kaybeder. Geçmişte güzel anılar biriktirilmiş olsa da dostlukların uzun sürebilmesi için anı biriktirmeye devam edilmesi gerekir. Bu da ortak paylaşımların devam etmesiyle olur. Bir araya geldikçe sürekli eski hatıraları konuşmak mümkün olamayacağına göre yeni hikayeler yazılmasına ihtiyaç vardır. 

Saygı Azalması

Dostlukların sona ermesinin en önemli nedenlerinden biri de dostların zaman geçtikçe biri birlerine eskisi gibi saygılı davranmamasıdır. Uzun zamandır tanıdığımız ve samimi olduğumuz insanlara saygılı davranmaya gerek yokmuş gibi bir algı oluşur. Yeni tanışılan insanlara gösterilen saygı ve özen eski dostlardan esirgenebilir. Bu da kırıcı bir davranış olarak ilişkilerin bozulmasına neden olabilir. 

Yorulan Dostluklar

Yıllar her şeyi yıprattığı gibi dostlukları da yıpratır. Dostların en önemli özelliklerinden biri birlerini idare etmesi ve bazı hataları görmezden gelmesidir. Geçmişte önemsenmeyen ya da görmezden gelinen şeyler, kapanmayan hesaplara dönüşüp ileriki yıllarda çatışmaların kaynağı olabilir. Görünür büyük bir nedeni olmamakla beraber biriken ufak sorunlar dostların uzaklaşmasına sebep olur. Uzun yıllar içerisinde, boş bardağın dolup taşması gibi biriken problemler dostluk bardağını taşırır. Dolayısıyla tepkiler de daha kontrolsüz ve uzun süreli olabilir. 

Ceyhun Yılmaz' ın radyo sloganına uyarlarsak: Eskiyen dost olur mu? Olmaz olur mu? Ama olmaz olsun. 

7/20/2024

Bir Demet Tiyatro dizisinde yer alan Eyvah Necdet karakteri olsaydı şöyle derdi: ''Sen hiç balon balıklarını düşündün mü?'' Ondan sonra açıklamasını yapardı. Balon balıklarının kendilerini tehlikede hissettiklerinde, kendilerini olduklarından daha büyük göstermek için şiştiklerini ve bu sayede kendilerini korumaya çalıştıklarını anlatırdı. 


Karadaki Balon Balıkları

İnsanların sahip olduğu artı özellikler onların hayata karşı koruma kalkanlarıdır. Para, güç, eğitim, sosyal çevre, yetenek vb. Bu özellikleri geliştirmek için çaba gösterirler. Fakat bu özelliklere gerçekten sahip olmayan bazı insanlar olduklarından fazla görünmeye çalışabiliyorlar. Mış gibi yapıyorlar yani. Onlar için ''Karadaki balon balıkları'' diyebiliriz. Bir kısmı kendilerini korumak için böyle davranıyorlar. Bu sayede dokunulmazlık alanlarını genişletmeye çalışıyorlar. Kimileri de olmayan gücü varmış gibi göstererek fayda sağlamaya çalışıyorlar. Siyasette ve iş hayatında sıkça rastladığımız bir durumdur bu. 

Instagram Tayfa

Bazı insanlarsa heves ettikleri ama ulaşamadıkları yerlere, hayatlara sanki ulaşmış gibi davranmaya çalışırlar. Olduklarından varlıklı, kültürlü, güçlü ve sosyal. Bu kişilerin resmi yayın organı Instagram' dır. Denizdeki balon balıkları kendilerini korumak için şişerlerken, karadaki balon balıklarının bu modeli kompleks ve ego tatmini için şişiyor.

Mevlana' nın, ''Ya olduğun gibi görün ya da göründüğü gibi ol'' sözünü daha önce duymuşlar mıdır acaba?

6/20/2024

Hepimizin kendi dünya görüşümüze, bilgimize, öğrendiklerimize ve benimsediklerimize göre fikirleri vardır. Fikirler insanı temsil ederler. İnsanın var olduğunun göstergesidir aynı zamanda fikirler. Ne demiş Descartes: '' Düşünüyorum, öyleyse varım.''

Değişim

Peki fikirler değişir mi zaman içinde? Ya da değişmeli mi? Örneğin, yeni bilgiler edinmek, inandığımız fikrin aslında inandığımız gibi olmadığını ortaya koyan başka boyutlarının ortaya çıkması, önceliklerimizin değişmesi, hayatın değişmesi etkilemez mi fikirlerimizin durumunu? Ünlü ekonomist Keynes' e sormuşlar: ''Koşullar değişirse ne yaparsınız?'' Keynes şöyle cevap vermiş: ''Koşullar değişirse ben de düşüncelerimi değiştiririm.'' Bazı insanlar kendilerini değişim konusunda geliştirir ve güncellerken, bazı insanlar büyük bir tutkuyla sahiplenirler görüşlerini. Bu insanlar fikirlerine dört elle sarılır ve değiştirmemek için çaba gösterirlerken, kendi görüşlerinin doğruluğu için sürekli kanıt ararlar. Başkaları eleştiri getirdikçe onları dinlemektense fikirlerine daha çok bağlanırlar. 

İkilemler

Fikir değişimi durumu insanlarda ikilem yaratır. İdeolojik fikirler ya da diğer inançlar çok güçlü ve neredeyse dokunulmaz olmakla birlikte basit görüşlerde de benzer katılık ve ikilem görülür. Hele ki bazı insanları için söz ağzından çıktı mı biter. Asla ve kata değişmez fikir. İkilemin en önemli nedenlerinden biri yenilgi duygusudur. İnsanlar haklı çıkmak isterler ve haksız çıkınca yenildiklerini düşünüp tepki gösteriler. Oysa ki farklı fikirler bizim fikirlerimizden daha akla yatkın ise biz bunu öğrenerek kazanmış oluyoruz.  Diğer bir ikilem nedeni ise fikirlerimizle dahil olduğumuz grubun dışında kalma riskidir. Aynı fikir ve görüşteki insanlar bir araya gelerek grup ve topluluklar oluştururlar. Bu sayede insanın en önem verdiği konulardan olan ve Maslow' un İhtiyaçlar Hiyerarşisi Piramidi' nin 3. basamağında yer alan, ''Bir gruba ait'' olma güdüsünü de gerçekleştirirler. Ait olduğunuz grubun fikrine ne kadar tutkuyla bağlı olursanız grup içinde o kadar makbul karşılanıyorsunuz. 
Bazı sabit fikirli insanların neredeyse saplantılı bir şekilde olayları tek açıdan değerlendirmeleri ve görüşlerine sıkı sıkıya sarılmalarının nedenlerinden biri de, kendilerini aşırı önemsemeleri. Bu insanların fikirlerini değiştirmelerini beklemek hayalcilik oluyor biraz. Onların fikirleri hep doğrudur ve konu kapalıdır. Sürekli değişen dünyada bakış açısının ve fikirlerin değişmesi kadar olağan bir şey olamaz. Fikir değişimi aslında değişime yatkınlıkla da ilgili. Gelişime kapalı insanların fikirlerini çok zor değiştirdiklerini görürüz. Nietzsche ne güzel söylemiş: '' Sabit fikir, sahibini hapseder.'' Önemli olan sabit fikirli olmamak için sürekli fikir değiştirmek değil, sahip olunan fikrin altının bilgi, tecrübe, kanıt vb. temellere dayanıyor olmasıdır. 

Hakkaniyet Meselesi

Aslında her hangi bir görüşü savunurken, kendini ifade etme, var olma çabası ve grup dinamikleri göz önünde bulunduruluyorken, objektif olma ve hakkaniyetli davranma kriterler arasında yer almıyor.  Bu, siyasette, sporda, arkadaşlık çevresinde, iş hayatında da böyle. Oysa ki insan fikirlerinin üstün yönlerini savunurken zaaflarını da dile getirebilmeli. Karşıt görüşün iyi yönlerini de dile getirip hakkını teslim etmeli. İşte o zaman insan büyür ve ''İnsan'' olur.

1/09/2024

Yapboz oyununu hepimiz biliriz. Kutunun içerisinde bulunan parçalarla kutunun üzerinde bulunan resmi tamamlama oyunu. Parça sayısı ve zorluk derecesi değiştiği için çocukluktan itibaren her yaş grubuna hitap eden bir oyundur. Yapboz oyununda resmi oluşturan parçaların tamamı kutu içerisinde yer alır. Yani yapboz oyununda eksik parça yoktur. 

Hayatımızı da bir yapboz oyunu gibi düşünebiliriz. Yapmak istediklerimiz, hayallerimiz, hedeflerimiz, görev ve sorumluluklarımızla hayat boyu süren bir parça tamamlama oyunu. Tamamlamaya çalıştığımız yapbozdaki resim ise mutluluğun resmi. Yani tüm parçaları tamamlayınca mutlu olacağımızı düşünüyoruz. Yapboz oyunuyla gerçek hayatın farkı, bizim kutumuzdaki parçaların eksik olması ve resmin de hiç bir zaman tamamlanamayacak olması.

Mutluluğun Resmi

Nazım Hikmet, Saman Sarısı, şiirinde Abidin Dino' ya '' Mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin '' diye sormuştu. Abidin Dino mutluğun resmini yapabilseydi her şeyi tam olan bir resim mi çizerdi acaba? Kendi yapbozumuzdaki tüm parçaları tamamlayınca mutluluk geleceğini sanıyoruz ama hayat dediğimiz şey, eksik parçalarıyla ve eksik parçalarına rağmen yaşamak zorunda olduğumuz, asla bütünüyle tamamlanamayacak bir şey. Bütün parçaların tamamlanmasıyla hayatın güzel olacağını sananlar ise mutlu olmakta zorlanıyorlar. 

Yanlış Parça

Kendi parçalarımızla resmi tamamlamayı başaramadığımızda eksik olan yeri yanlış parçalarla tamamlamaya çalışıyoruz. Örneğin, eğitim ve sporda başarı gibi konularda çocuklarının üzerinde çok baskı kuran veliler kendi eksik parçalarını çocukları üzerinden tamamlamaya çalışıyorlar. Geçmişte kendilerinin elde edemedikleri başarıları çocuklarının elde etmesi için onları zorluyorlar. Çocukluk ya da gençlik dönemlerinde para sıkıntısı çekenler, ileriki dönemlerde paraya kavuştuklarında, geçmişin eksik parçası olan parasızlığı telafi edebilmek için abartılı alışverişe ve gösterişe yönelebiliyorlar. Paranın gelmiş olması parçayı tamamlamaya yetmiyor. Çünkü zamanında gelmediği için ne kadar harcama yaparlarsa yapsınlar bu anlık hazdan öteye gidemiyor ve eksik parça tamamlanmıyor. Geçmişe yönelik hesaplar kapanamıyor bir türlü. Bu insanların pek azı, ihtiyacı olan insanlara yardım etmeye yöneliyorlar. Ben çektim onlar da çekmesin diye düşünüyorlar.

Geçmiş

Tabi ki geçmişte yaşadıklarımız gelecekte yapacağımız bazı davranışlara neden olabilir. Bu çok normal. Ama geçmişte yapamadıklarımızı günümüzde yapacağımız abartılı davranışlarla tamamen telafi etmek mümkün değil. Keşke geçmişi ve kendimizi rahat bırakabilsek. İnsan vücudunun % 70' ini su oluşturur denir. Su ve ukde desek daha doğru olur. İçimizde ukde olan o kadar çok şey var ki. 

12/23/2023

Türkiye İstatistik Kurumu her ay işsizlik rakamlarını açıklar. Bu rakamlar genelde kriz dönemlerinde artmakla beraber  %8 ile % 12 arasında değişen oranlarda çıkar. Bu rakama öğrenciler ve çalışabilecek olduğu halde iş aramaktan vazgeçenler dahil edilmez. Dolayısıyla gerçekten işsiz olanların daha yüksek oranda olduğu söylenebilir. 

Ayrı Dünyalar
Çalışmak isteyenlerle işverenler arasında bir anlaşmazlık bulunmaktadır. Bu anlaşmazlık beklentiden kaynaklanmaktadır. Çalışanın beklentisi minimum çalışmayla maksimum gelir elde etmek iken, işverenin beklentisi minimum ödemeyle maksimum verim almaktır. İşgücüne katılmak isteyenler iş bulamamaktan yakınırken, işverenler de iş olduğunu ama çalışan bulamadıklarından dert yanarlar. Her iki taraf da kendi istediği koşullarda arayışta oldukları için ortak noktada buluşamazlar.  Aslında her iki taraf da haklıdır. İş de yoktur, personel de. Temelde arz talep meselesi vardır. İş arayan çoksa ve iş arzı azsa maaşlar düşer iş bulmak zorlaşır. Tam tersi belli özellikte çalışana talep varsa ve arz azsa maaşlar yükselir, bu tür çalışanların iş bulması kolaylaşır. 
Beyaz Yaka
Özellikle beyaz yakalı tabir edilen üniversite mezunları okuldan mezun olduklarında, aldıkları diplomadan dolayı iş kapılarının ardına kadar açık olmasını bekliyorlar. Diploma, kara kaş ve kara göz üçlüsünün her şeyi çözeceğini düşünüyorlar. Oysa ki iş dünyası tüm hızı ve rekabetçi yapısıyla hızlı giden bir tren gibi ilerliyor. Bu trenin kompartımanlarına atlayabilmek için sadece diploma yetmiyor. Tecrübe, kendi alanında iyi yetişmiş olmak, yabancı dil bilmek, iletişim, kişisel gelişim vb. konularda kendisini geliştirmiş olmak gibi özelliklere ihtiyaç var. Çok sayıda mezun var ve iş bulma konusunda da büyük bir rekabet var. Çok iyi okullardan ya da önemli bölümlerden mezun olamayanlar için koşullar daha da zorlu. Beyaz yakalılar yüksek eğitim aldıkları için beklentileri de yüksek oluyor. Yüksek maaş, sosyal haklar, iyi çalışma koşulları, kariyer yolunun açık olması bu beklentiler arasında. Büyük kurumsal ve uluslararası firmalar bu beklentileri karşılıyorlar ama bu firmalara girmek de hiç kolay değil. Kurumsal firmalarda pozisyon ve koltuğa göre belirlenmiş ücret skalası var. Ama kurumsal olmayan firmalarda maaşı çalışanın performansı belirliyor çoğu zaman. Her ne kadar patron düşük maaş ödemek istese de performansı ve verimliliği yüksek çalışanlar maaşlarını yukarı çekebiliyorlar. Kurumsal firmalarda ise performans yeterli değilse ve hedefler gerçekleştirilemiyorsa hemen o koltuktan kaldırıyorlar. 
Patron Katı
Firmalar için personel giderleri önemli bir maliyet kalemidir. Dolayısıyla çalışanlardan en yüksek performansı olabilecek en az ödemeyle almak isterler. Ancak bu pek mümkün değildir ve çalışan kayıplarına yol açabilmektedir. Ücret anlaşmazlığından kaynaklanan çalışan sirkülasyonun da bir maliyeti vardır. Yeni gelen çalışanın istenilen seviyeye gelmesi zaman almakta ve toplam verim düşmektedir. Doğru ücret politikasıyla ve yönetim modeliyle verimler yukarı çıktıkça verim-maliyet döngüsünde maliyetler daha da düşecektir.  
Kazan Kazan
Aslında her iki tarafın da sadece kendisini düşünmeyip, karşı tarafı yok saymaması yani herkesin elinden geleni yapması en uygun çözüm olacaktır. Kazan- Kazan İlkesi gereği işbirliği yapılması ve her iki tarafın da çıkarlarının gözetilmesi gerekir. Çalışanın özverili ve yüksek verimli olması, patron ya da yöneticinin bunu görüp değerlendirmesi her iki taraf için de olumlu sonuçlar doğuracaktır. Yoksa her iki tarafın argümanı olan '' Bana iş çok, bana da personel çok'' yaklaşımı çözümsüzlükten başka bir şey getirmeyecektir.

11/28/2023

Hepimizin hayatında keşkeler ve pişmanlıklar vardır. Acaba geri dönebilseydim ve farklı bir tercih yapabilseydim her şey daha farklı olur muydu diye düşünmüşüzdür. Böyle bir imkanımız yok ama Nora Seed' in eline istemeden de olsa böyle bir imkan geliyor.

Babası sakatlık nedeniyle sporu bırakmış eski bir sporcudur ve Nora' yı yüzücü olmaya yönlendirmiştir. Aile içinde huzursuzluk ve kavgalarla geçen bir çocukluğu vardır. Abisi ile de arası kötüdür. Nora Hayatı boyunca pek büyük karar alıyor.  Madalyalı bir yüzücüyken sporu bırakıyor. Başarılı bir solist ve söz yazarıyken müzik grubundan ayrılıyor. Jeolojiye ilgi duyduğu ve buzul bilimci olmak istediği halde felsefe okuyor. Düğününe iki gün kala sevgilisi Dan ile evlenmekten vaz geçiyor. Aldığı kararların sonuçları pişmanlıkları da beraberinde getiriyor. Daha sonra Nora' nın hayatı yolunda gitmemeye başlar. İşinden kovulur, kedisi ölür, piyano dersi verdiği öğrencisinin annesi arar ve ders almaktan vazgeçtiğini söyler. Nora oldukça mutsuzdur ve hiç bir şeyi beceremediğini düşünmeye başlar. Bu da onu intihara götürür. Gözünü açtığında kendisini '' Araf''' ta bulur. Yani Gece Yarısı Kütüphanesinde. Orada bulunan kütüphaneci de Nora' nın okulundaki kütüphaneci Louis Elm' dir. Bayan Elm Nora' ya pişmanlıklarını ortadan kaldırma ve mutluluğu yakalama şansını sunar. Buna göre Nora geçmişe dönüp vazgeçtiği hayatları yaşama şansı bulur. Bakalım mutluluğu hangi hayatında bulacaktır? Oldukça popüler bir konu hakkında, gayet akıcı bir dille yazılmış güzel bir kitap. 42 dile çevrilen, 296 sayfalık kitap İngiliz yazar Matt Haig tarafından yazılmış ve pek çok ödül almış.  

''Yaşamla ölüm arasında bir kütüphane var, dedi. Bu kütüphanedeki raflar sonsuza kadar gider. Her kitap yaşamış olabileceğin başka bir hayatı yaşama şansını sunar sana. Farklı seçimler yapmış olsan, şu an nasıl bir hayatın olacağını görürsün. Pişmanlıklarını telafi etme şansın olsaydı, bazı konularda farklı davranır mıydın?''

''İnsanlar şehir gibiydi. Bazı kötü yönleri var diye bütün şehirden nefret etmezdiniz. Sevmediğiniz yanları, birkaç tane tehlikeli ara sokağı ve mahallesi olabilirdi ama bir şehri yaşanır kılan şey iyi yönleriydi.''

''İnsan en nihayetinde sınırları olan, her şeyi genelleyen, otomatik pilotta yaşayan, zihnindeki dolambaçlı yolları düzleştiren bir yaratıktı ve tabii ki bu yüzden sürekli kaybolup duruyordu.''

''Korku, bir mahzene girerken kapının kapanıvereceğini düşünerek endişelenmekti. Umutsuzluksa o kapının kapanıp üstüne bir de kilitlenmesi demekti.''

''Yalnızca algılayabildiğimiz kadarını biliriz. Deneyimlediğimiz her şey, en nihayetinde, algılayabildiklerimizden ibarettir. Neye baktığın değil, ne gördüğün önemlidir.''

11/04/2023

Ünlü hekim ve filozof İbni Sina' nın neredeyse bin yıl önce söylediği güzel bir söz var: ''Kimse görmek istemeyen biri kadar kör değildir.'' Bu sözün söylendikten bin yıl sonra bile geçerliliğini koruması, insanın pek değişmediğini de gösteriyor aynı zamanda.


Görmek istemeyen gözler kadar bu gözlere görünmeye çalışmak da büyük problem. Görmek istemeyen insanlar ailemiz ve akrabalarımız olabildiği gibi, arkadaşlarımız, iş arkadaşlarımız ve yöneticilerimiz de olabiliyor. Siz 10 birim iş yaparsınız görmek istemezler, başkası 1 birim yapar onu görebilmek için neredeyse çaba harcarlar. Tabi ki herkesten, her yaptığımız iyi şeyi görmesini beklememeliyiz. Ama görülmek isteği pek çoğumuzda bulunan bir istek. Özellikle görmesini istediğimiz kişiler tarafından görülmediğimizde bu sinir bozucu bir durum olabilir. 

Neden Görülmüyoruz

Bunun pek çok sebebi olabilir. Örneğini enerjisel boyutta bir sıkıntımız olabilir bu da yaptıklarımızın görülmesini engelliyor diyebiliriz ama buraya girersek çıkamayız:) Görmek istemeyenlerin kişisel husumetleri, önyargıları, kıskançlıkları, rekabet duyguları vb. pek çok sebebi olabilir. Kimi patron ve yöneticilerin yönetim tarzı bu şekilde olabiliyor. İyi iş çıkartan çalışanı görmezden gelme sebebi çalışanın rehavete girmemesi, motivasyonunu kaybetmemesi, prim ve yüksek zam beklentisi  içerisine girmemesi olabiliyor. Kimisi de para alıyor zaten görevi bu diye düşünüyor. 

Görülmezsek Ne Olur

İş hayatında görülmek önemli. İşte çalışmaya devam edebilmek, prim ya da terfi alabilmek için yaptıklarınız ilgili kişiler tarafından görülüp doğru değerlendirilmesi gerekiyor. Özel hayatta duygular daha ön planda olduğu için bu durum insanlar üzüyor. Sinirlenip açıklama yapma ihtiyacı hissettiriyor. Hem iş hayatında hem de özel hayatta görülmemek bir süre sonra değersizlik hisse oluşmasına neden olabilir.

Gaslighting

Gaslighting, psikolojik bir manipülasyon ve mobbing yöntemidir. Karşıdaki kişinin kendisini sorgulamasını sağlayarak, yalan, inkar ve çelişki yoluyla psikolojisini bozmayı amaçlamaktadır. Görmezden gelme de Gaslighting yönteminin kullandığı enstrümanlardan biridir. Yani bazı insanlar o insanların psikolojisi bozulsun diye kasıtlı olarak görmezden gelirler.

Görünmek İçin Ne Yapmalı

Özellikle iş hayatında görünür olmakta yarar var. Genelde kimse bizi o kadar işinin arasında özel olarak takip edip iyi yaptıklarımızı görmek için çaba harcamaz. Kötü yaptıklarımızı bulmak için çaba harcayanlar olabilir o ayrı. Bu da iş hayatının ''Vaka-i adiye'' lerinden. Yani iş hayatının istemesek de gerçeklerinden. İyi iletişim, doğru zamanda doğru yerde olma, algılarımızı açık tutma, şirket içi networkü geniş ve dinamik tutma daha iyi görülmememizi sağlayabilir. Özel hayatımızda ise iş hayatına göre nispeten aksiyon almak bizim elimizde. Beklenti derecemizi düşürerek, yani görülme talebimizi azaltarak hatta umursamayarak bu işin üstesinden gelebiliriz. Yoksa görmeyen ya da görmek istemeyen gözlere gözlük dağıtacak halimiz yok. Onlar sağ biz selamet diyerek selamete erebilmek tabi ki mümkün. 

Subscribe to RSS Feed Follow me on Twitter!